Üst Manşet

Gültan Kışanak’ın gözüyle Sakine Cansız

Paris suikastinin haberi geldiğinde yapılan açıklamalar içinde en çok dikkatimizi çeken Gültan Kışanak’ın sözleriydi: “Sakine Cansız Kürt kadınının Rosa Luxemburg’udur.” Ölümünün ardından yazılanlara, söylenenlere bakılırsa, “sadece Kürt kadınının değil, Kürt hareketinin Rosa’sı” demek yanlış olmaz herhalde. Sakine Cansız’la Diyarbakır Cezaevi’nde tanışan, sonraki yıllarda yapıp ettiklerini dikkatle izleyen, birkaç defa da görüşen BDP Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın “Rosa”yı sormak için çalmıştık, Express’in son sayısından naklediyoruz…

Gültan Kışanak: Kürt hareketinin 1980 öncesinde, kendini hazırlama, kadrosunu oluşturma, dünya ve Türkiye tahlili yapma dönemi var. PKK buna “ideolojik aşama” diyor. Mücadeleye başlamadan önce gerçekleştirilen bu hazırlık süreci Türkiye’deki sol hareketlerde bu kadar net gözlemlenmez. Bu hareketler dünyadaki sol merkezlere endeksli biçimde kurulmuş örgütlerdi. Sol-sosyalist hareketlerin neredeyse tamamı bu merkezlere bakarak politikalarını oluşturdular, bunun üzerinden birleştiler veya ayrıştılar.

PKK, kendi tarihi içinde çok uzun gibi görünmese de, ilk beş-altı yıl, hem kendi dünya görüşünü hem de kadrolarını oluşturuyor. Bunu yaparken, andığım merkezlerdeki sosyalizm uygulamalarının eleştirisini de dillendiriyor. Reel sosyalizm eleştirisini PKK daha ‘80’lere gelmeden yapmıştı. “Reel sosyalizm uygulamaları bizim dünya görüşümüze uymuyor” demişlerdi. Sosyalizm ve Marksizmi anlama, sınıf tahlilleri yapma çabasına küçümsenmeyecek bir zaman ayırmıştı PKK.

Sakine Cansız’ın temel özelliklerinden biri de böyle bir sürecin içinden gelmiş olmasıdır. Bütün bu tartışmalara katılması, kendi görüşünü örgütün oluşturulma evresine katması, örgütün oluşturduğu görüşü özümsemesi…

Diyarbakır’da öğrenci olduğum yıllarda bir hikâye anlatılırdı. Derlerdi ki, Apocular diye bir grup var, köylere gidip örgütlenmeye çalışıyor. Halkın bunlara meylettiğini gören diğer örgütler rahatsız oluyor. Bunun üzerine, Apocuların yoğunlaştığı bir köye gidip diyorlar ki, “Farklı Kürt örgütlerinden temsilciler bu köye gelecek, görüşlerini açıklayacaklar. Kimin bu işi daha iyi çözeceğine siz karar verin.”Köylüler “Apocular da gelecek mi?” diye soruyor. “Tabii, onlardan da bir temsilci gelecek” diyorlar. Ama, Apoculara haber vermek yerine, kendi arkadaşlarından birini Apocu diye tanıtıyorlar! Parka ve bot giydirip beline de bir silah koyuyorlar. Zaten ilginçtir, ‘78-‘79’da, Diyarbakır’da Apoculara köylüler “talebe” veya “karker” (işçi) diyordu, öbürlerine ise “memurlar” diyorlardı. (gülüyor) Çünkü diğer örgüt mensupları daha düzgün giyinen, oturaklı, düzgün konuşan insanlar. Neyse, köydeki toplantıya gidiyorlar. Farklı örgütlerden insanlar gelmiş, konuşacaklar ve halk da kararını verecek. Bunlar diyor ki, “ilk sözü Apocu arkadaşa veriyoruz, o anlatsın görüşlerini.” Sahte Apocu hemen belindeki silahı çıkarıp masaya koyuyor ve diyor ki, “fazla söze gerek yok. Bu silah her şeyi anlatır. Bu işler lafla olmuyor”. Bunu duyan köylüler sahte Apocuyu alkışlamaya başlayınca, diğer örgütler şoke oluyor. (gülüyor)

Bu hikâye ne kadar gerçek, bilmiyorum, ama işin özü budur. “Bu devlet asla yola gelmez” algısı yerleşmiş olan halk, silahta bu kadar kararlı bir örgüt görünce, ona meyletmeye başladı. Üstelik, PKK silahını sadece devlete değil, ağalara da yöneltti. Böylece, yoksul halka “biz sadece kimlik değil, aynı zamanda sınıf mücadelesi veriyoruz” mesajı verildi. Diğer örgütlerse yoksul kitlelerle buluşamadılar. Elit bir kesim içinde sıkışıp kaldılar ki, o elit kesimler, dünyanın her yerinde olduğu gibi, daha uzlaşmacıdır. Yoksullardan farklı olarak, kaybedecekleri şeyler vardır.

Dersim ve adil bir gelecek ideali

sakinecansız3Sakine Cansız tüm bunların bir bileşkesiydi. Adil bir gelecek arayışı, nurlu bir yaşam arzusu, yenilginin değişmez kader olmadığı inancı… 1979’da gözaltına alınıp maruz bırakıldığı işkenceye karşı gösterdiği direniş dolayısıyla ismi her yerde konuşulmaya başlanmıştı. Ben o zaman daha dışarıdaydım. Başka bir örgütten yakalanıp Sakine’yle birlikte gözaltında kalmış bir kadın bana bir anekdot anlatmıştı. Onların örgütü çözülmüş, herkes gözaltında konuşmuş. Bu kadın da Sakine’ye niçin çözüldüğünü anlatmış: “Baktım birinci hocayı biliyler zaten, ben de ‘he’ dedim. Kötü mü ettim?” Sakine de diyormuş ki, “Onlar bilse bile sen söylemeyeceksin.” “Ama Sakine, baktım ikinci hocayı da biliyler, ben de ‘he’ dedim!” O kadın bana bu anekdotu anlattıktan sonra şöyle demişti: “Sakine’nin sözlerini duyunca anladım ki, direnmek başlıbaşına bir tavır. İnsan sadece bilgi vermemek için değil, kendine saygısını korumak için de direnmelidir. Biz ise sanıyorduk ki biri çözülüp herkesin ismini vermişse, işkenceye katlanıp susmak anlamsızdır.”

Sakine’yi bu kadar dirençli kılan birkaç şey var. Birincisi Dersim katliamı. Bu katliamın yarattığı iki temel kişilik var. Birinci kişilik “bu katliamdan sonra asla başaramayız, o yüzden sesimizi çıkarmamalıyız” der. Diğer kişilik ise bu katliama duyduğu öfkeyle daha fazla mücadele edilmesi gerektiğini düşünür. Sakine ikinci gruptandı.

Yengemin çok yaşlı bir annesi vardı, Dersimli. Bizi ne zaman görse, “yavrum, yapmayın etmeyin, bunlar gene bizi kıracaklar” derdi. Dersim katliamından 7-8 yaşlarındayken kurtulmuş. Daha o yaşta alıp götürmüşler, katliama ortak olanlardan biriyle evlendirmişler. Çocuk olduğu halde, evlendirildiği adamı, o köyü “bunlar ailemi katledenlerdir” diye algılamış, 13-14 yaşına geldiğinde köyden kaçmış. Bildiği tek şey, kirvelerinin bulunduğu bir köyün ismi. Günlerce yalınayak yürüyerek sora sora bulmuş ve kendini kurtarmış. İşte o kadın bizi ne zaman görse, adeta yalvarırdı: “N’olur bir şey yapmayın, bizi bitirecekler…” Sakine de bu hikâyeleri dinleyerek büyümüştü, katliama karşı öfke duyuyordu.

Sakine’yi ben cezaevinde tanıdım, sonrasında dışarıda da takip ettim. Devrimciliği son derece güçlü bir biçimde özümsemiş bir insandı. Eşit, adil bir dünya arayışı onun için vazgeçilmezdi. Sadece Kürt sorununun çözülmesi değil, insanların onurlu bir yaşama kavuşması, sömürünün olmaması için mücadele etmiştir. Sanırım onu bu kadar güçlü kılan şeyler bunlardı: Dersim katliamına duyduğu öfke ve eşit, adil, sömürüsüz bir dünya ideali.

Diyarbakır Cezaevi

Ben 18 veya 19 yaşımda, darbeden iki ay kadar önce tutuklandım. Dicle Üniversitesi’nde öğrenciydim. İki yıl Diyarbakır Cezaevi’nde yattım. Sonra da parça parça dört buçuk yılı buldu cezaevinde geçirdiğim süre. Cezaevine ilk girdiğimde, Sakine Elazığ Cezaevi’ndeydi. Yanılmıyorsam, ‘81’in ortalarında Diyarbakır’a getirildi. Kadınlar koğuşu ilk bloktaydı ve yeni gelenlere “hoşgeldin dayağı” adı altında gün boyunca işkence yapılırdı. Cezaevine yeni bir grubun nakledildiğini yine böyle şiddetli işkence seslerinden anlamıştık. O gün, sabahtan akşama kadar işkence sesleri geldi. Yeni getirilenler Sakine ve arkadaşlarıydı. Sakine o gün işkenceye karşı çok kesin direnç gösterince, Esat Oktay Yıldıran şok oluyor. Bunu sonradan koğuşa getirilen Sakine’nin arkadaşları anlattı.

Esat Oktay yeni gelen gruplara koridorda nutuk çekerdi. “Burada her şey benden sorulur, benim her sözüm emirdir. Emirlerime itaat edeceksiniz. Burası Kemalizmin okuludur. Burada Türkleşeceksiniz, yanlışları öğreneceksiniz. Ben konuşurken esas duruşa geçeceksiniz…” Daha esas duruş meselesinde, Sakine diyor ki buna, “sen kim oluyorsun da karşında esas duruşa geçeceğim!” Esat Oktay şok oluyor ve “sen benim ünümü duymadın mı” diyor. Sakine de “sen de benim ünümü duymamışsın, ben cellâtlara boyun eğmem” diyor. Gerçekten de Esat Oktay’ın işkenceciliği dışarıda da biliniyordu. Cezaevine gelen ziyaretçilere bile İstiklal Marşı okutuluyor, esas duruşta bekletiliyorlar, işkence ediyorlar… Sakine bunun üzerine tekrar dövülünce, Esat Oktay’ın yüzüne tükürüyor. Günlerce onu ayrı bir bölümde tuttular. Biz tabii o sırada Sakine’ye ne kadar korkunç işkenceler yapıldığını biliyoruz. Onun için ne yapabileceğimizi düşünüyoruz… İki hafta sonra, Sakine’yi koğuşa getirdiler. Vücudunda morarmamış tek bir nokta yoktu. Kafasında, gövdesinde kırıklar, yaralar… Ondan sonra, beraber bir buçuk yıl yaşadık işte… (Gözünden yaşlar süzülüyor. Ara veriyoruz.)

Ben cezaevinden çıktıktan sonra Sakine orada kaldı. Davam devam ediyordu ve sonra ceza aldım. O yüzden ziyaretine gidemedim. Sonra da yine hapse girdim, ama bu sefer beni Elazığ’a götürdüler. Fakat hep haberlerini alıyordum Sakine’nin. Yıllar sonra, ben İstanbul’da Yeni Ülke gazetesinde çalışırken Sakine hapisten çıktı ve beni ziyarete geldi. Çok dost bir insandı. Hapisten çıkınca herkesi görmeden dağa gitmedi. Tüm arkadaşlarını gördü, sohbet etti…

Cezaevinde kaldığımız sürede şunu gördük: Sakine gerçekten insana değer veriyordu. Herkesle tek tek ilgilenir, sohbet ederdi. Toplu dayaklarda, her seferinde o bizden daha fazla dayak yerdi. Ama dayak seansları bitip askerler çekildikten sonra, gelip herkesle tek tek ilgilenir, yaralarımıza bakardı. Sevgi gösterirdi. Yediği dayağı hiç umursamaz, başka arkadaşlar daha az dayak yesin diye uğraşırdı. Kadınlar koğuşunda herkesin dayanışma içinde olmasını, birbirini ayakta tutmaya çalışmasını sağlayan bir kişiydi.

O dönemki cezaevi politikasının önemli bir yönü insanları kişiliksizleştirmekti. İnsanın kendine olan saygısını yitirmesini, itirafçı olmasını, idareyle işbirliği yapmasını, iftiralarda bulunmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelerin asıl amacı insanlığı bitirmekti. Buna karşı Sakine’nin çok özel çabaları oldu. Nitekim, bütün o vahşet içinde, Diyarbakır Cezaevi’nde itirafçı çıkmayan tek koğuş kadınlar koğuşudur. Başaramadılar. Oysa, kadınlar koğuşunda doğrudan PKK’yle doğrudan ilişkisi olan kişi sayısı toplasan dördü, beşi geçmezdi. Diğerleri daha ziyade sempatizan veya yurtsever ev kadınları, öğrenciler, köylülerdi. Örgütlü bir yapısı olmamasına rağmen kadınlar koğuşunda kimseyi itirafçı yapamadılar. Koğuşta bir ara sayımız 85’e kadar çıktı. Kadınları itirafçı yapmak için çok uğraştılar, ama Sakine’nin o duruşu, dayanışmacılığı, herkesi koruyup kollama çabası, bir lokma ekmek varsa en çok ihtiyacı olana verilmesi… En zayıf olanı güçlendirmek için çok özel gayretleri oldu. Bunun neticesinde, kadınlar koğuşunu kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme noktasına getiremediler. Diyarbakır Cezaevi’nde kuralları en son kabul eden kadınlar koğuşu olurdu. Kişiliksizleşmeye zemin vermeyen bir koğuştu bizimki. Erkekler koğuşunda ne yazık ki, kişiliksizleştirilenler, itirafçı yapılanlar oldu. Birbirlerine karşı şiddet uygulamaya zorluyorlardı. Arkadaşına tokat attırıyor mesela. Eğer sen o arkadaşına tokat atarsan, ne onun sana saygısı kalır ne senin kendine saygın kalırdı. Diyarbakır Cezaevi’nde hem Türkleştirme hem de kişiliksizleştirme operasyonu yapılıyordu. Erkekler tarafında yapılan uygulamaların tamamı kadınlara da uygulandı, ama kadınlar birlik oldular.

Çok ilginç bir örnek vardı. Sanırım genelevde çalışan bir kadındı. Eşi veya birlikte yaşadığı kişi ihbar etmiş. Bizimle iki ay kaldı. Sesi çok güzeldi ve gizli gizli bize Kürtçe şarkı söylüyordu. Bir gece nasıl olmuşsa gardiyanlar bizim koğuştan Kürtçe şarkı sesi duymuşlar. Sabah bütün koğuşu havalandırmaya çıkarıp saatlerce bize korkunç işkenceler yaptılar. “Kim o şarkıyı söyledi” diye herkese tek tek baskı ve işkence yaptılar, ama tek bir kadın bile ağzını açmadı. Toplu dayaktan geçirdiler, tek tek dövdüler, ayrı odalara koydular, ama nafile. Kimse kadının ismini vermedi. O kadın bu olaydan sonra bize müthiş bir saygı duydu. “İnsanlık buymuş demek ki” deyip duruyordu. Aslında, askerler kimin Kürtçe şarkı söylediğini de biliyordu, ama bizim itiraf etmemizi istiyorlardı. O kadın iki ay sonra giderken saatlerce ağladı, “keşke yanınızda kalsaydım” dedi.

Komik bir hikâye anlatayım. Ben hep Diyarbakır Cezaevi’nin komik olaylarını anlatıyorum ki, üstesinden gelebileyim. Bizim koğuşta TİKKO davasından yatan Malatyalı bir kadın vardı. Uzun boylu, iriyarıydı. Bense ufak tefek, zayıf, çelimsiz; 19 yaşındayım, o otuzlarındaydı. Şakalaşıyorduk, nasıl olduysa boşluğuna getirip İsmihan’ı yere devirdim! Ben İsmihan’ı yere serince bütün koğuş kahkahayı koyverdi. Bu kahkaha üzerine de toplu dayaktan geçtik. Gardiyanlar, askerler “niye güldünüz” diye akşama kadar bütün koğuşu işkenceden geçirdi. Tek bir insan niçin güldüğümüzü söylemedi. (ağlıyor)

Paris katliamı

sakinecansız1

Sakine öylesine bir hedefti ki, onu katlederek aynı anda çok fazla hedefe yönelmiş oldular. Sakine, Kürt hareketinin ruhuydu. Kadın özgürlüğü, demokratik bir yaşam arayışı, Kürt sorununun çözümü konusunda katliamcı zihniyetten hesap sorma… Bütün bunları kendi şahsında sembolleştirmişti. Evet, Kürt hareketinin ruhuydu Sakine. Bu hareketin hafızasıydı. Mücadelenin her aşamasında doğru tutum almıştı. Bu nedenle Sakine’nin hedef alınması, doğrudan PKK’nin hedef alınmasıdır. Kadın özgürlüğü mücadelesinde semboldü ve bu kimliğini her zaman ön planda tuttu. Kadın hareketinin güçlenmesinde önemli bir rolü olmuştu. Dolayısıyla, kadınların özgürlük mücadelesi de hedeflenmiştir. Elbette İmralı’da görüşmelerin yeniden başlaması sürecinde vurulmuş olması da anlamlıdır. Sakine’yi neden başka bir zaman değil de şimdi hedef aldılar? Sakine üzerinden bu görüşmelerin de hedeflendiğini düşünüyorum. Ama bu görüşmelerin dışında da Sakine çok önemli bir kimlikti.

Özellikle hükümet çevrelerinde ortaya atılan iddialar, kamuoyunda farklı bir algı yaratma konusunda yürütülen özel çalışmalar örgüt içinde karışıklık yaratma amaçlıdır. Çünkü kimse Sakine’nin katledilmesine tahammül edemez. Bunun farkındalar. O yüzden de “iç infaz” diyerek Kürt hareketi içinde bir ayrışma yaratmaya çabaladılar. Böyle politik bir fayda murat ettikleri, katliam sonrasında hükümetten gelen açıklamalardan anlaşılıyor.

Kamuoyunu bu iddiayla yönlendirmek, olsa olsa gerçek katilleri gizleme çabasını ve bu katliamdan bir fayda umma amacını dışavurur. Yoksa, hükümet sözcüsü sıfatı taşıyan bir bakan, olaydan birkaç saat sonra, ortada hiçbir delil, hiçbir emare olmadan niye bu iddiayı ortaya atıyor? Nitekim, şu anda medyada yazılıp çizilenlerin neredeyse tamamı “iç infaz” iddiasını güçlendirme yönünde. Bu çok kasıtlı, planlı bir yaklaşım. Hükümet İmralı görüşmelerine önem atfediyorsa, derhal bu tutumundan geri adım atması gerekir. Çünkü bu, giderek hükümeti de olağan şüpheli pozisyonuna getiriyor.

“Legal tek PKK’li”

Katliamdan sonra Paris’e gittiğimde gördüm; Avrupa’nın her ülkesinden gelen insanlarla konuştum. Sakine herkesle görüşmüş, sohbet etmiş, herkesin evine gitmiş, konuşmuş. Yani, sadece örgütün kendi mekanizmaları içinde yapılan toplantılarda değil, hayatın bizzat içinde, her alanında yer alan bir insan. Sakine’nin örgüt içinde bir tartışmasına dair zerre kadar emare yok.

Herkes Sakine’nin mücadeleyle, örgütüyle, halkıyla ne kadar bütünleştiğini biliyor. İnsanlarla sokaklarda dolaşmış, alışverişe gitmiş, yılbaşını ailesiyle geçirmiş… Sakine bir kapalı kutu da değil. O, örgütle toplumu buluşturan bir kimlik. Örgüt hiyerarşisi içinde yaptığı görevlerin ötesinde, halkla iç içe bir insan.

Hatta, Avrupa’da birkaç defa rastlaştığımda, herkesin onun bu rahatlığından şikâyet ettiğine tanık oldum. Sakine de bu şikâyetlere espriyle yanıt veriyordu: “Legal tek PKK’li benim ya! Ben kendimi zorla legalize etmişim, niye beni illegalize etmeye çalışıyorsunuz!” Böyle yaşadı Sakine. Çünkü yaptığının çok haklı, çok meşru olduğuna inanan ve bunun için kendini hiç esirgemeyen bir insandı. Herkesle çok rahat iletişim kuruyordu.

Türkiye kamuoyu zannediyor ki, bir örgüt şeması var ve Sakine onun içinde birisi. Oysa o buna sığmayacak birisiydi. Evet, örgüt şeması içinde çok şey ifade ediyordu, örgütün hafızasıydı, ideolojik kadrosuydu, kurucusuydu, ama oraya da sığmayacak kadar büyük, geniş etkisi olan, ilişkisi olan, kendini böyle konumlandırabilmiş biriydi. Onun için “ben legal tek PKK’liyim, herkesle iletişim kurarım” diyordu. Gerçekten de herkes onunla iletişim kurmak, onunla arkadaş, dost olmak istiyordu. Avrupa’da herkes onu tanıyor ve seviyordu. Binlerce insanla tek tek sohbet etmiştir, halk toplantılarında buluşmuştur, evine misafir olmuştur, akşam yemeğine gitmiştir… Sakine böyle biriydi. Bu gerçekten çok alçakça bir saldırıydı.

Barışmak

Şu çok korkunç bir şey: Sürekli arkadaşlarınızı, akrabalarınızı, tanıdıklarınızı yitiriyorsunuz. Kimse Kürtler ne yaşadı, ne yaşıyor, bunu anlamak istemiyor. Ne yaşadığımız umurlarında değil. “Ben egemenim, muktedirim, ana şu kadar yaşam hakkı tanırım, bu kadar hak veririm…” Bu bakış Kürtleri derinden yaralıyor. Kürtler… İnsan yahu! İnsan olarak göreceksin. İnsanların psikolojisi, duyguları, ruhu var. Düşünceleri de var, ama insan sadece düşünceleriyle değil, duygularıyla da insandır. “Duygularını, travmalarını, sana yapılan bütün o iğrençlikleri bir kenara bırak, ben sana şu kadar hak vereceğim!” Bu çok korkunç, iğrenç bir pazarlık. Böyle bir şey olamaz. Son yüzyılımızın, yakın tarihimizin tanıkları yaşıyor ve anlatıyor. Ondan öncesini de önceki kuşaklardan dinleyerek yaşayanlar var. Yüzyılın tamamı bir zulüm, katliam, ölüm tarihidir. Bana bile sorsanız, oturup saymaya kalksam günlerce bitiremem kaç dostumun, arkadaşımın, iyi insanın yaşamını yitirdiğini. Bu kaldırılabilecek bir yük değil. İşte bu duyguyu anlamamak… Kürtler ne yaşadı, ne gördü, ne biriktirdi, hafızalarında, yüreklerinde ne kadar derin, ağır yaralar açıldı… Bunları anlamadan, at pazarlığı yapar gibi hesaplara girişilerek barış tesis edilemez. Eğer barış tesis edilecekse, gerçekten toplumsal bir barış olacaksa, insanların duygularına, yaşadıklarına, yaralarına bakmayı bilmek lâzım. Bunları yapmadan, teknik olarak belki barışırız, belki bir hukuk da inşa ederiz. Ama karşılıklı birbirimize güven duyabileceğimiz, dost olabileceğimiz bir gelecek inşa etmek kolay olmaz. Asıl yaralayıcı olan da bu. Bir insanın duygusuna değer vermiyorsan, o insana değer vermiyorsundur. O insanın teknik olarak bazı haklarına kavuşmasını belki mecburen kabul ediyorsundur, ama ona insan olarak değer vermiyorsundur. Kürt halkı da aynen böyle düşünüyor ve hissediyor. Yarın anadilde eğitim olacaksa da, bu kadar ağır bedelden sonra, insanlar bunun sevincini yaşamak isterler. Ama ancak, “sizi anlıyoruz, yüz yıl boyunca dilinizin yasaklanmasının sizde yarattığı travmayı anlıyoruz, anlam verebiliyoruz, bunun için de üzülüyoruz” denirse, onun sevincini yaşayabiliriz. Demiyorlarsa, sana değer vermiyorlardır. Dolayısıyla, böyle elde edilmiş bir hak da sadece teknik bir kazanımdır. Kürt halkı her şeyden önce saygı duyulmak istiyor. Varlığına tahammül edilmesini değil, saygı gösterilmesini istiyor. Barış tartışmalarındaki en büyük yanlış işte bu bakıştır. “Kürtlerin varlığına tahammül etmek!” Dediğim gibi, biz bize tahammül edilmesinin mücadelesini vermiyoruz. Biz eşitliğin mücadelesini veriyoruz. Kürtlerin varlıklarının bir parçası olan hakları gasp edilmiş, bunun için büyük bedeller ödemek zorunda kalmış, acılar çekmişler ve çekmeye devam ediyorlar. Toplumsal barışlarda özür dilenir. Özür dilemek, saygı göstermeyi ifade eder. Eğer özür dilenmezse, eğer bu duygular anlaşılmazsa, “mecburuz bir arada yaşamaya, birbirimize tahammül edeceğiz, buna da teknik bir çözüm bulalım” deniyorsa, bu gerçek bir toplumsal barış olmaz. Şu anki tartışmalar da bu yüzden sağaltıcı bir etki yaratmıyor. Barış böyle sağlanmaz.

Söyleşi: İrfan Aktan

Express, sayı 132, Ocak 2013

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir