MANŞETSİYASETÜst Manşet

AKP’nin Abdullah Öcalan’la imtihanı

Ortadoğu’nun göbeğinde otuz yıl boyunca, cepheleri genişlettiği halde (Suriye, İran, Türkiye ve giderek Kürdistan Yönetimi), ustaca diplomatik manevralarla karşısındaki güçlerin ittifakını da engelleyip yola devam edebilmek her örgütün harcı değil. PKK’nin bu gücü sağlayabilmesinin arkasında, bölge devletlerinin Kürtlere yönelik geleneksel baskıcı politikalarının yattığı çok açık. Bu politikalardan vazgeçilmediği müddetçe, Kürt sorunundan kaynaklanan isyanların, kalkışmaların da sonlanması zor görünüyor.

Eğer AKP uzun vadeli bir çözüm planlıyorsa, tüm Kürtlerin ve Kürt hareketlerinin içine sinecek bir yol haritasını da benimsemiş olmalı. “İmralı süreci”nin gidişatı, bu niyetin varolup olmadığını da açık edecek. Fakat “İmralı süreci” Öcalan’ın liderliğini sarsma veya kısa vadeli iç ve bölgesel dengeleri kazanıma çevirme yolunun bir parçasıysa, akamete uğraması işten bile değil. Kürt hareketinin “İmralı sürecine” dair şüpheleri, örgütün çeşitli aktörleri veya birimleri tarafından giderek daha yüksek sesle dillendiriliyor. Bu şüphelerin BDP’nin İmralı ziyaretleriyle giderilip giderilemeyeceği meçhul.

“İmralı görüşmeleri” ve Erdoğan’ın bu süreçteki beyanatları, Kürtlerde dillendirilmeyen bir kuşku da yaratmış durumda. Daha düne kadar Öcalan’a idam şantajı yapan başbakan, ne oldu da sürecin temel aktörünün Öcalan olduğunu adeta ilan etmeye başladı? Elbette başta Suriye olmak üzere bölgesel dengelerin de hükümeti böyle bir sürece ittiğine kuşku yok. Keza hükümetin Öcalan’la Kürt hareketini karşı karşıya getirmeye çalıştığı, çeşitli kozlar kullanarak (KCK operasyonlarını yaymak, Suriye’deki Kürt hareketine müdahale etmek, askerî operasyonları artırıp Paris’tekine benzer yöntemlerle PKK’nin önder kadrosuna yönelik suikastlar düzenlemek vs.) Öcalan ve PKK’yi aza razı etmeyi de hedeflediği söylenebilir. Devletin elinde olduğunu düşündüğü bu kozları bilahare değerlendiririz. Fakat “İmralı süreci”nin Kürt cenahında yarattığı tesir de irdelenmeye değer: “Acaba Öcalan, somut kazanımlar elde edilmeden PKK’nin silahsızlandırılması talimatı mı verir?”

Gidişata bakılırsa AKP biraz da bu kuşkuyu yaratmayı hedefledi ve bunda şu aşamaya kadar başarılı da oldu. Bu başarısının arkasında da Öcalan’ın “beyanatlarının” devlet tarafından tek taraflı olarak nakledilmesi taktiği yatıyor. Öcalan’ın temel yaklaşımlarına vakıf olan avukatlarının hepsi de tutuklu. Dışarıdaki avukatlarının görüş başvuruları ise sistematik olarak engelleniyor. Dolayısıyla aslında Öcalan’ın hangi konularda nasıl bilgilendirildiği devlet dışındaki kesimlerce bilinmiyor. BDP heyetinin sınırlı sayıdaki ziyaretlerinin ise Öcalan’ın kendi hareketiyle fikir teatisinde bulunmasına yetmeyeceği çok açık.

Öte yandan hükümet kanadından, “İmralı süreci”nin mimarı olarak gösterilen Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan başta olmak üzere çeşitli aktörlerin Öcalan’ı esas muhatap olarak “benimsemesi” ve bunun üzerinden yaptıkları değerlendirmeler kafalardaki soru işaretlerine yanıt olarak okunabilir. (Yalçın Akdoğan’ın, hükümetin niyetini açık eden esas yazısı: http://haber.stargazete.com/yazar/hudeybiye-ornegi-ne-anlatiyor/yazi-718785)

KCK operasyonlarının önde gelen savunucularından Akdoğan’ın Öcalan’a yönelik “sıcak” yaklaşımı, “İmralı süreci”nin devletin taktiği olduğu görüşünü kuvvetlendiriyor. Ayrıca devletin Öcalan’ı örgütüyle karşı karşıya getirecek beyanatlara “sürükleme”, onu yüceltir gibi görünüp liderlik konumunu sarsma planı da yapmış olabileceğinin altını Express’in Aralık 2012 sayısındaki “Hilâl Taktiği” başlıklı yazımızda çizmiştik. Bu ihtimalin de Kürt tarafının sürece dair güvensizliğinin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Öcalan’a göre önderlik

Ancak AKP’nin kendisi açısından “İmralı süreci”ni devamlı kılabilmesi için kısa süre içinde güven verici adımlar atması gerekiyor ki, 4. Yargı Paketi ve yeni anayasa çalışmalarına hız verilmesi konusunda Erdoğan’ın beyanatlar vermesi bunun işareti olarak gösteriliyor.

Diğer yandan, hükümetin “İmralı süreci”ni çözümden ziyade taktiksel bir hamle olarak devreye koyduğuna dair değerlendirmeleri gözardı etmek de yanıltıcı olur. Bugüne kadar gerek PKK, gerekse Kürt hareketinin diğer unsurları tarafından yapılan açıklamalar, bu sürecin Kürt cenahında taktiksel bir adım olarak algılandığını gösteriyor. Eğer AKP, Öcalan’ı hareketiyle karşı karşıya getirmeyi planlayacak kadar sıradan bir taktiğe başvuruyorsa, bu taktiğin su yüzüne çıkması uzun sürmez. Ancak anlaşılan o ki, hükümet henüz belirlenmiş bir çerçeve kurmuş değil. Muhtemelen sürece, beyanatlara, tarafların karşılıklı temaslarına göre de bu süreç başarılı veya başarısız olur. Bu süreçte Öcalan’ın Kürt hareketini “şaşırtacak” beyanatlar vermesi de muhtemel. Zira Öcalan’ın siyaset tarzına bakıldığında, gündelik siyasî gelişmeleri her zaman tarihsel bir bağlama oturttuğu ve buna göre kısa, orta ve uzun vadeli planlar yaptığı görülür. Öcalan’ı Kürt hareketinin bir kurumu olarak kabul edersek (Önderlik), onun dışındaki diğer Kürt hareketi kurumlarının çoğunlukla aktüel siyaset üzerinden hareket ettiğini biliyoruz. Öcalan’ın gündelik siyasî atmosferin ötesine geçerek yürüttüğü hamleler, tıpkı 1999’daki “Demokratik Cumhuriyet” tezinde olduğu gibi, Kürt hareketi tarafından “yadırganabiliyor”. Öcalan’ın 1992’de Mehmet Ali Birand’a verdiği mülâkatı hatırlayalım:“Önderlik, gerektiğinde tek başına taraftarlarını susturabilendir. Tek başına onlara karşı tavır alabilendir. Tek başına, istemedikleri halde onları bir tavra yöneltebilendir. Bu gücü gösterdim. Çünkü o anda o, eğer gerçekten temel çıkarı görmüşse, onlar adına olumluluğu yakalayabilmişse, önderdir.”

Öcalan’ın bu “önderlik” tarzını örgütün çok önemli dönemeçlerinde uyguladığını ve her ne kadar örgüt içinde muhalefetle karşılaşsa da başarılı sonuçlar aldığı için her seferinde hareketine güven verdiğini biliyoruz. Denebilir ki Öcalan, kırk yıllık mücadelesi boyunca verdiği kararların hiçbirinde PKK’yi üstesinden gelemeyeceği yokuşlara sürmedi veya hezimete uğratmadı.

Peki, Kürt hareketi, Öcalan’ın “zora sokacak” talimatlarını dinler mi? Öcalan’ın ‘92’deki beyanatını hatırlayalım: “Kürt halkı benim sözümü ölümüne dinler. Hesabını veririm, savunurum. Karşı çıkan da hesabını vermek zorundadır. Liderlik böyle yapılır.”

Unutmayalım ki, İmralı’ya hapsedildiği ilk aylarda silahlı mücadeleyi eleştiren açıklamaları PKK’de şüphelere yol açmış ve PKK, Öcalan’ın devlet tarafından tıbbî müdahalelerle bu açıklamalara itilebileceğini düşünerek, kısa süreliğine de olsa talimatlarını dikkate almayacağını açıklamıştı. (PKK’nin sınır dışına çıkma talimatına da örgütün Hamili Yıldırım komutasındaki Dersim birimi karşı çıkmıştı. Hamili Yıldırım birkaç yıl sonra Suriye tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmişti…) Ancak bu uygulama çok uzun sürmedi ve Öcalan’ın talimatları bir bir yerine getirildi.

Öcalan dışındaki tüm Kürt siyasî aktörlerinin, sürece dâhil edilmiş görünseler de aslında “pasif katılımcı” olarak devre dışına itilmiş olduğu bir tabloyla karşı karşıyayız. KCK operasyonlarıyla binlerce Kürt hapse atılmış, başta Roboski katliamı olmak üzere sivil yurttaşlara amansız acılar çektirilmiş, TMK dolayısıyla sayısı bile bilinmeyen oranda Kürt çocuğu hapsedilmiş veya yargı kıskacına alınmışken, Öcalan’ın “barış” adına Kürtleri mücadeleden vazgeçmeye çağırması söz konusu görünmüyor.

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye getirilişinin üzerinden 14 yıl geçti. Öcalan’ın İmralı’daki ilk beyanatlarının (“Demokratik Cumhuriyet” veya “Üçüncü Alan Tezi”) başta Kürt hareketi olmak üzere tüm Kürtlerde ciddi bir sarsılma yarattığını unutursak, mevcut süreci anlamakta güçlük çekeriz.

Bilindiği gibi Öcalan, isyanı boyunca PKK’nin silahlı birimlerini hiçbir zaman cepheden yönetmedi. O daha ziyade Suriye’de bulunduğu yıllar boyunca kadrolarını teorik anlamda eğitmeyi, Kürt isyanının sebeplerinin yine teorik gerekçelerini hazırlamayı ve en önemlisi de, PKK’nin bölgesel ve uluslararası ilişkilerini tesis etmeyi birincil vazifeler olarak belirledi. Bu konularda ne kadar mahir olduğunu da günümüzde dünyanın dört bir yanına yayılmış olan kadro ve birimlerinin aktiviteleri dolayısıyla gözlemleyebiliyoruz.

Peki, tüm bu örgütsel yapılanmanın, sürdürülebilir isyanın mimarı olan Öcalan, 2013 itibariyle yeni bir yol ayrımına mı geldi? Bu konuda çok sayıda spekülasyon yapılabilir. Ancak şu çok açık ki, Kürt hareketinin mimarı olan Öcalan, halkların ayrışmasını değil, birleşmesini, yeni ulus-devlet sınırları tesis etmeyi değil, alternatif yaşam biçimleri üretmeyi öncelikli hedef olarak belirleyen Kürt siyasetçilerinin önde gelen ismi. Bu yaklaşımı her ne kadar devletin baskıcı politikalarından fazlasıyla bunalmış ve “radikal” çözümler (bağımsız devlet) talep eden Kürt milliyetçilerinde tepkiyle karşılansa da, geniş Kürt kitleleri tarafından benimsenmiş durumda. Şuna kuşku yok ki, Kürt milliyetçiliğinin esas dizginleyicisi bizzat Öcalan’dır. AKP’nin uygulamalarına karşı (Roboski katliamı, KCK operasyonları vd.) giderek ayrışmayı tek kurtuluş yolu olarak görmeye başlayan Kürtlere başka bir ihtimali işaret edebilecek tek kişi de Öcalan gibi görünüyor. Dolayısıyla AKP, çeşitli makalelerinde milliyetçiliği bir hastalık olarak gördüğünü ifade eden, halkların devletleşmesini değil, devletsizleşmesini hayal eden, savaştan ziyade barışa ısrarla vurgu yapan Öcalan’la görüşmeleri başlatarak, Kürtlerdeki ayrışma eğilimini dizginlemeyi de planlamış olabilir.

Geçtiğimiz günlerde görüştüğümüz önemli bir Kürt siyasetçisi, AKP’nin hâlâ Öcalan’ı tanıyamadığını söylüyor ve mealen şu sözleri sarfediyordu: “Bizim Öcalan konusunda hiçbir kuşkumuz yok. AKP onun üzerinden bize karşı bir hamle yapmak istiyor olabilir. Ama o da onların bu amaçlarını öngörmüştür ve onu da kendi lehine çevirmekte usta davranacaktır.”

Ortadoğu’daki karmaşayı deneyimleri ışığında sarihleştirerek hareketine yön vermekte şimdiye kadar ustaca davranmış olan Öcalan’ın da, bölgesel dengeleri kendi lehine çevirmek için çok çeşitli taktikler deneyen AKP hükümetinin de işi çok kolay değil. Zira özellikle Suriye’deki gelişmelerin, İran ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bu gelişmelere dâhil oluş biçiminin de “İmralı süreci”nde etkili ve hatta belirleyici olabileceğini söyleyebiliriz. Gerek PKK/Öcalan’ın, gerekse Türkiye’nin en azından Suriye meselesi bağlamında zaman kazanmaya fazlasıyla ihtiyacı var. Şu açık ki, bu süreçte zaman kazanmayı başaran taraf, Ortadoğu’daki dengeleri daha net gözlemleyip ona göre hamle yapabilecek. Her ne kadar AKP, Öcalan’ın gelişmelerle ilgili rahat bir ortamda bilgilenmesini ve hareketine yön vermesini engellemeye çalışsa da, PKK’nin bu konuda eli rahat. Zira PKK, en fazla yeni bir barış ihtimalini daha kaçırmış olacak ve Kandil’deki varlığını sürdürecek. Ancak AKP’nin bu süreci iyi yönetememesi, “barışı” dillendirip yeni bir imha politikasına girişmesi ve fakat bunda başarısız olması, hem iktidarına, hem de Türkiye’nin bölgesel güç emellerinin suya düşmesine mâlolabilir.

İrfan Aktan / Express

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir